Dağın şimal yakasını baştanbaşa kaplayan yüksek kestane ve gürgen ormanlarının gölgelediği bu yerler yer yer akan derelerle sulanırdı. Nilüfer nehri ile Deliçay arasındaki sık ormanlar bu iki nehirden başka Cilimboz deresi, Büyükbalıklı deresi, Küçük Balıklı deresi, Akçe dere, Çayırlı dere gibi birçok akarsularla sulandığından yeşilliğini daima muhafaza ederdi. Bunlardan başka yine o alanda, bu gün ormanlar kesildiğinden dolayı çoğu kuruyan su kaynakları vardı ve Uludağ’ın manastırları işte bu alanda, Nilüfer ile Deliçay arasında ki dağ parçasında idi. Sulak, gölgeli, yeşil vadilerin sükûnet ve tenhalığı içinde birçok tapınak sıralanmıştı. Bunların sayısı yüze kadar çıkıyordu.
Uludağ’ da manastır hayatı 8. ve 9. yy’ larda pek ileri dereceye varmıştı. Bundan evvel üçüncü yy sonlarına doğru St. Neofit adında birisinin aynı zamanda boz alanı adını da taşıyan tekfur alanının yüksek bir tepesinde bir mağarada yaşadığı söylenir kezalik vakanüvisler beşinci yüzyılda da oralarda keşişler ve manastırlar bulunduğunu söylerler. Fakat bütün bu bilgiler çok müphemdir ve açık malumat yoktur. Ancak 8.yy dadır ki dağda din hayatı çok inkişaf bulmuş ve her taraf mabetle dolmuştur.
Uludağ mabetleri birer manastır halinde idi. Bunların etrafında ayrı ayrı birkaç hücre sıralanırdı. Bunlara zaviye derlerdi, her zaviyede en çok on iki kişi bulunurdu. Bu yamaklar ya papazlar tarafından Allahın nuruna ve hidayetine kavuşturulmak üzere dışarıdan getiriliyor yahut din hayatına karşı yüreklerinde kapılma duygusu duyarak kendi kendine gelen gönüllülerden ibaretti.
Manastırlardan ve civarlarından uzak yerlerde de ayrı yalnızlık yerleri vardı. Bunlar ya bir yaylanın köşesinde kurulmuşlar idi yahut da bir in, taşlar arasında bulunan bir mağara bazen da bir bina taslağı, bir kulübe halinde bulunurdu. Bunlarda yaşayanlar tam manasile münzevi hayatı geçirirlerdi ve bütün insanlardan uzak yaşarlardı.
Bu manastırlardan bu gün hiç birisi ayakta duramamaktadır. Hepsi ortada kalkmış, hatta izleri bile kaybolmuştur. Mabetler hakkında bize en güzel malumat veren ve bizim tetkiklerimizi tamamlayan papaz Bernardin Menthon, ancak Bizans vakainivüslerinin notlarından, azizlerin tercümei halleri hakkında eline geçirdiği monografilerden faydalanmak suretiyle bunların yerlerini kararlaştırabilmiş ve ancak beş altı tanesinin kiremit, tuğla ve mermer kırıklarından ibaret enkazını bulabilmiştir. Bu mabetler orta çağda harap olmuşlardır.
Keşişler, insanların hırslı, dedikodulu yaşayışları arasından ayrılıp Allah ile baş başa kalmak için dağlara çıktıkları halde, din adına ortaya çıkan birçok hadiselerle karşılaşmışlardır. Bunun neticesi olarak mabetleri de birçok defalar yakılmış, yıkılmış tekrar yapılmıştır. Bütün bunlar oralarda mabet diye ehemmiyetli binaların yapılmadığı sanısını uyandırır ki zamanımıza kadar ayakta duramamalarının bir sebebi de bu olsa gerektir.
Uludağ manastırları ilk tokadı 8. yy. başlangıcında yemiştir. Oralarda yaşayan zöhd ve takva yiğitleri bir ada layık olmak için o zamanlarda Bizansta çıkan ihtilallerde mücahit rolü oynamak istemişlerdir. Putları kıran, aziz resimlerini yırtan, yakan bu ihtilal ara sıra söner gibi oldu ise de tekrar ve daha büyük bir şiddetle kendini göstererek 116 yıl devam etmiştir.
716–741 yılları arasında Bizans İmparatoru olan Leon Lizoryen İstanbul'a kadar gelen bir arap dalgasını savuşturduktan sonra Allaha daha ziyade yaranmak ve kulların Allaha karşı ibadetlerini daha olgunlaştırmak ve saflaştırmak düşüncesiyle (resimlere tapan) diye ad verdiği kiliseleri bu resimlerden temizlemek üzere harekete geçmişti. Kiliselerde bulunan resimler ve heykeller İsa’ya ve anasına, büyük azizlere ve din şehitlerine dairdi. Bunlar dinin timsalleri, müdafileri, kahramanları hatta şehitleri idiler. Halk dini heyecanlarını bunlardan alıyordu. Bu resim ve heykeller Allahın nihayetsiz iyiliklerini yazan, Hıristiyanlıktaki gayeleri anlatan mukaddes kitaplar gibi idi. Hâlbuki hükümdar Leon Lizoryen halkın bu temayüllerini putperestlik manasına aldı ve 726’ da bir irade neşrederek saliblerin İsa'ya, Meryem'e ve bütün azizlere ait resim, heykel ve diğer yadigârların parçalanmasını, yakılmasını istedi. Bu irade ile çok büyük dikkat ve emek ile işlenmiş vazoların, mukaddes kitaplardaki nakışların, ziynetlerin de aynı akıbete uğratılmasını emretti ve işte Bizans tarihinde kızılca kıyamet bundan sonra koptu.
İmparator yazdığı bu emirnameyi patrik S. Germen’e imzalatmak istedi. Patrik bu arzuyu nefretle reddetti ve hatta kralın taç giyme merasimi esnasında kilisenin ananelerinde hiçbir değişiklik yapmayacağı hakkındaki ahdini de kendisine hatırlattı. İmparator Patrikle uyuşamayınca başka din adamlarına başvurdu ve onlar arasında kendi iradesine boyun eğen birçoklarını buldu.
İnanlara ancak ahirette cennet vadeden, buna mukabil bütün hayatı imtidadınca kendisine taat ve ibadet isteyen Allahın yakın adamları arasında yine o insanlara debdebe, nüfuz ve para veren imparatorun emrine bağlananlar çok oldu ve işte bu yüzden kilise aleyhine müthiş bir ayaklanma hasıl oldu.
En önce imparatorun askerleri kiliselere ve hususi evlere dalarak buldukları resimleri ve heykelleri parçaladılar, yaktılar. Bu arada Katolik ulemasının toplu bulundukları Oktony (Octogne) kütüphanesi bütün kitaplarıyla beraber yandı. Hadiseyi muhakeme eden Roma kilisesi, imparatora inkıyad eden doksan üç papazı idama mahkûm etti.
İmparatorluk makamı Konstantin Kopronim tarafından işgal edilince başlanan iş daha ziyade alevlendi. Ayasofya’ da (piskoposların ruhani meclisi) adı ile 338 kişilik bir toplanma yapıldı ve putperestlikte ayak direyen herkes aforoz edildi. Yeni imparator daha çok taraftar kazandığını bu hadise ile gösterdi. Bu toplanmada verilen karar mucibince canlılara ait resimler yerine manzara resimleri konabilirdi. Hadise olukları dolduracak derecede kan akmasına sebep oldu. Göz oyulması, burun kesilmesi, öküz siniri ile kırbaçlanmak, denize atılmak, pis bir mahbeste öldürülmek her gün yüzlerce defa tekrarlanan işlerden oldu. Bu arada Uludağ manastırlarının azizlerinden bir kaçı da kaynadı. Hatta bir papazın manastırlarının azizlerden bir kaçı da kaynadı. Hatta bir papazın ayağına ip takılarak parçalanıncaya kadar sokaklarda sürtüldü.
İmparator 6. Konstantin (778–797) zamanında artık patrikliğin sıfat ve selahiyeti kalmamıştı. İmparator Roma ile kesilen münasebeti yeniden düzeltmek lüzumu duyarak Saint Taraise’yi patrik yaptı. Ortalık yatışmıştı. Fakat bu esnada imparator büyük bir pot kırdı. Karısı Mariyi boşadı, Teodot ile evlendi ve kendi eli ile patrik sandalyesine oturttuğu Tarez’den bu izdivacın takdis edilmesini istedi. Patrik bunu şiddetle reddetti ve imparatorun yeniden evlenişini zina diye ilan etti. Fakat patriğin reddetmesine karşı büyük kilisenin vekilharcı olan rahip Josef istenilen takdis işini yaparak imparatora yardım etti. Studit manastırının başpapazı hadiseyi daha şiddetli ifadelerle dünyaya ilan etti, bunu namusu muhil buldu, yeniden kan akmaya başladı.
Aradan geçen seneler esnasında imparatorlar değişti, her imparator değiştikçe kıtal ya alevleniyor veya yatışıyordu ve nihayet tam 116 yıl sonra, imparator Teofil zamanında (829–842) son bir alev daha belirdi. Bu imparator putperestlik dediği resimleri mutlaka kaldırmağa azmetti. Eskiden müşrik ve putperest olan Romada kullanılan işkence aletlerini meydana çıkardı, hiç görülmemiş bir surette kan akıtmağa başladı; fakat bu imparator yaşayamadı, öldürüldü. Yerine geçen zevcesi Teodora tam bir Katolik zihniyeti taşıyordu. Kocasının ölümünü müteakip patriklik makamına St. Methode’ u çıkardı. 116 sene, kaldırılması için kanlar akıtılan resimler kiliselerde eski yerlerine konuldu ve normal hayat devam etti.
Bu uzun hadise Uludağ manastırlarına da çok büyük tesir yaptı. Gerek bunları, gerek rahip ve vezirlerin uğradığı takibatı aşağıda (hal tercümeleri bahsinde anlatacağız)
Uludağ manastırlarının uğradığı rahatsızlık, yalnız İstanbul’da resimler aleyhine olan ayaklanma hadiselerinden ibaret kalmadı. Araplar yeni İslam dininden aldıkları heyecan ile yayılmaya başladıkları vakit buralara kadar gelmişlerdi; onlar da buralarda gördükleri isa mabetlerine hücumlar yapmışlardı ve nihayet civar, Türklerin hâkimiyeti altına geçtikten sonra bu mabetlerin hemen hepsi ortadan kalkmıştı.
Uludağ’daki azizler, sığınaklarının ardı arkası kesilmeyen ve başka başka sebeplere dayanan hücumlardan, plaçkalardan kurtulmak için manastırlarda gizli yollar tertip ettirmişlerdi. Hemen her mabedin yeraltından açılmış gizli yolları vardı. Dışarıdan yapılan bir taarruzda keşişler bu yollara dalarak selamete çıkıyorlardı. Mabetlerin arşivleri, kitapları ve kıymetli sayılan eşyası da bu gizli yerlerde saklanıyordu. Tehlike kaybolunca yerlerine dönen papazlar, manastırlar yıkılmış olsa da bu gizli yerlerde ki eşyalarını kurtarabiliyordu. Fakat bir zaman geldi ki oradan kaçanlar geri dönemediler. Onun için mabetlerin yerleri iyice bilinir ve ciddi araştırmalar yapılırsa oralarda bazı şeylerin bulunabileceği düşünülebilir.
Uludağ manastırları diyoruz. Bu tabirlerden, yukarıda söylediğimiz gibi Nilüfer ve Deliçay ırmakları arasında bulunan dağ parçasını kastediyoruz. Nilüfer nehrinin öte yakasında Doburca, Misi köyü, Tahtalıköyü, Demirci köyü, Yenice civarında büyük bir âlem teşkil eden manastır grubu ile Bursa’nın garbına doğru uzanan sahadaki ayrı grubu, Uludağ grubundan ayırıyoruz. Maksadımız yalnız Uludağ üzerinde bulunan mabetlerden bahsetmektir.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Keşişler ve Dervişler - Prof. Dr. Mustafa Kara
Osmanlılar devrinde, Uludağ’ın birçok dervişle tanıştığını, birçok dervişi ağırladığını söylemek zor değildir. Özellikle yaz aylarında serinliği ve güzelliği ile bir “teferrücgah” görevi gören Uludağ, dervişler için aranıp da bulunamayan bir yerdi.
Uludağ’da yaşayan Hıristiyan keşişler, XIV yüzyılla birlikte aynı mekânda dervişlerle tanıştılar. Birbirlerini garipsediklerini söylemek zordur. Çünkü Müslümanlar ilk günlerden beri Hıristiyanlarla beraber olmuş, Hıristiyanların yaygın olduğu Ortadoğu coğrafyasında beraber yaşamışlardır.
Asırlar önce Bursa’ ya gelen Hıristiyanların bir kısmı, “kâmil” insan olmanın yolunun buradan geçtiğine inanmış ve bunun için en uygun yerin Uludağ olduğuna karar vermişlerdir. Çünkü Uludağ, sakinliği ve sessizliği bir tarafa, tabii güzellikleriyle dünyanın ender bulunan köşelerinden biriydi.
İki bin yıllık geçmişi ve yaklaşık iki milyar nüfusuyla günümüz dünyasının en büyük dini olan Hıristiyanlık üç ilahi dinden bir tanesidir.
Asya, Afrika ve Avrupa’nın birçok bölgesi gibi üzerinde yaşadığımız Bursa ve çevresi de değişik asırlarda farklı sürelerle bu dinlere mensup insanlarca mesken tutulmuş coğrafya parçalarındandır. Yahudilerin havra ve sinagogları, Hıristiyanların kilise ve manastırları, Müslümanların mescit ve dergâhları aynı yolculuğun hatıra ve yadigârlarıdır.
Bursa’nın dini ve mistik hayatıyla yakından ilgili olan bölgelerden biri de Uludağ’ dır. Eski adı Olimp-Olympos olan dağa daha sonra keşişler olimpi adını veren “gerçek” üzerinde durmak istiyoruz. Bu yazıda önce dağların mistik ve sır dolu boyutlarına, daha sonra Uludağ’ ın keşişlerine, son olarak da dervişlerine temas edilecektir.
Dağların Mistik Boyutu
Yeryüzü ve gökyüzünün ihtişamı insanoğlunun her zaman dikkatini çekmiştir. Güneş sistemi, Samanyolu, yıldızların esrarı gibi uçsuz bucaksız denizler, insanoğlunun his ve hayal dünyasına sürekli olarak ilham kaynağı olmuştur.
Dağlar, dinler tarihi ve peygamberler tarihinin de ayrılmaz parçalarından biridir. Tur Dağı-Sina Dağı ile Hz. Musa arasındaki ilişki, Kur’an-ı Kerim’ de şöyle anlatılmaktadır:
“…Ve sonra Musa için (Sina Dağı’nda) otuz gecelik bir süre bekledik ve buna bir on gece daha ekledik ve böylece rabbinin belirlediği süre kırk geceye tamamlandı. Ve Musa kardeşi Harun’a şöyle dedi: ‘Halkımın arasında benim yerimi al dürüst davran, bozguncuların yolunu tutma.’ Ve Musa belirlediğimiz vakitte belirlediğimiz yere (Sina Dağı’na) varınca Rabbi onunla konuştu. (Musa’da) 1Ey Rabbim’ dedi, ‘göster bana (kendini) ki seni göreyim.’ (Allah) ‘beni asla göremezsin, ama yine de (istersen) şu dağa bir bak, eğer o öylece yerinde kalırsa o zaman, ancak o zaman beni görebilirsin.’ Ve Rabbi şavkını dağa gösterir göstermez onu toza toprağa çevirdi. Ve Musa da bayılıp yere düştü…” (Araf,7/142-143)
Davut Peygamberle ilgili ayetler konumuza daha yakındır:
“And olsun Davut’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. ‘Ey dağlar ve kuşlar onunla birlikte tespih edin’ dedik.” (Sebe,34/10)”…Kulumuz Davud’u o kuvvet sahibi zatı hatırla! O hep Allah’a yönelirdi. Doğrusu biz akşam sabah tespih eden dağları, toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik…” (Sad, 38/17)
Kur’an-ı Kerim’e göre kainatta var olan her şey kendi diliyle Allah’ı tespih eder. Bu gerçeği en güzel şekilde ifade eden derviş ise Yunus Emre’ dir:
Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım mevlam seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım mevlam seni
Uludağ’daki keşişlerin ellerinde bulunan İncil’in en mistik bölümlerinden biri de dağ ile ilgilidir. İncil’ in, Uludağ manastırlarında belki de her gün derin bir coşku ve heyecanla okunan Matta bölümünün beşinci kısmı şu ifadelerle başlıyor:
“…Ve İsa kalabalıkları görüp dağa çıktı ve oturunca dostları yanına geldiler. Onlara şöyle dedi:
Ne mutlu ruhta yoksul olanlara
Göklerin egemenliği onlarındır.
Ne mutlu yaslı olanlara
Onlar teselli edileceklerdir.
Ne mutlu yumuşak huylu olanlara
Yeryüzü onlara miras kalacaktır.
Ne mutlu doğruluğa susayanlara
Onlar doyurulacaklardır.
Ne mutlu merhametli olanlara
Onlar merhamet bulacaklardır.
Ne mutlu yüreği temiz olanlara
Onlar Allah’ı göreceklerdir.
Ne mutlu barışı sağlayanlara
Onlara tanrı oğulları denecek
Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere
Göklerin egemenliği onlarındır.
Peygamberimizle Mekke’ deki Nur Dağı arasındaki ilişki ise bilinmektedir. Kaynakların verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber daha peygamberlikle görevlendirilmeden önce zaman zaman bu dağa çıkar, inzivaya çekilir, tefekküre dalardı. Son peygamber ‘oku’ emriyle başlayan ilk vahyide burada almıştı.
Arafat Dağı’nın dinimizle ve hav ibadetiyle olan yakınlığı bir tarafa İslam peygamberinin Uhud Dağı için kullandığı şu ifade gerçekten dikkat çekicidir: “Şu Uhud Dağı…O bizi sever, biz de onu severiz.”
Hıristiyanlarda Din Adamı
Her din adamı gibi Hıristiyanlığın temek unsurlarından biri de din adamı konusudur. Katolik, Ortodoks ve Protestan mezheplerinin farklı yorumları din adamının özellik ve fonksiyonlarını tartışıyorsa da varlığını ortadan kaldıramıyor.
Bu kültüre göre, Hz. İsa’ nın mesajını yakın arkadaşları, yani havariler, onların anlayış ve yorumlarını da din adamları insanlığa aktarırlar. Kilise ile bütünleşen Hıristiyan din adamları hiyerarşisinin en altında diyakos bulunur. En az yirmi beş yaşında olması gereken diyakos’un rahip olabilmesi için aranan yaş otuzdur. Piskoposlar tarafından diyakoslar arasından seçilen rahiplerin bekar olması ve ilahiyat eğitimi almış olması şarttır. Rahipler arasından üst düzey piskoposların tayiniyle seçilen ve papanın onayı ile göreve başlayan piskopos ise hem kilisenin en üst yetkilisi hem de bölgenin din işlerinden sorumlu kişisidir.
Görev ve sorumlulukları birbirine benzeyen Ortodoks din adamları ise ikiye ayrılır: Evli din adamlarının oluşturduğu ‘Beyaz’ lar grubu ile bekâr olanların meydana getirdiği ‘Kara’lar grubu. Karalar grubu manastırlarda yaşar. Piskopos olacak rahibin bu guruptan seçilmesi zarureti vardır. Ortodoks rahipler evlendiklerinde piskopos olma imkânını kaybederler.
Keşişlere biraz daha yakından bakalım: Daha çok şehirlerin dışında, kırsal alanlarda, dağlarda kurulan binalarda inziva hayatı yaşayarak ruhunu terbiye etme anlayışı bütün dinlerde vardır. Hıristiyan kültüründe bu hayatın içinde olanlarda belli bir hiyerarşik yapı arz ederler. En alt basamakta bulunan keşişin (Monk) bir üst derecedeki amiri Abbot (Baba) adını alır. Kırsal alandaki otoritesi piskopostan daha ileri olup doğrudan papaya bağlıdır. Manastırlarda yaşayan rahiplerin (Nun) idari ve dini açıdan amirleri Abbess adı verilen başrahiptir.
Uludağ'ın Keşişleri
İnsanoğlu’nun–maddi olsun manevi olsun-belli bir konu üzerine yoğunlaşabilmesi için özel bir zaman, mekân ve dikkate ihtiyaç duyduğu söylenebilir. Dinler insanın daha çok ruhi mistik tarafına hitap ettikleri ve iç dünyasını aydınlatmayı hedefledikleri için bir köşeye çekilerek tefekküre dalmak, zikir ve fikirle meşgul olmak, belli zamanlarda belli duaları okuyarak belli ritüellerle ruhi gelişmeyi sağlamak her medeniyette örneklerine kolaylıkla rastlanan davranışlardandır. Asırlar önce Bursa’ya gelen Hıristiyanların bir kısmı da bu hayatı tercih etmiş, din anlayışlarına göre “kâmil” insan olmanın yolunun buradan geçtiğine inanmış ve bunun için en uygun yerin Uludağ olduğuna kolaylıkla karar vermişlerdir. Çünkü bu mekân, sakinliği, sessizliği bir tarafa, tabii güzellikleriyle dünyanın ender bulunan köşelerinden biriydi. Çünkü bu dağ havası, suyu, çiçeği, böceği, kurdu kuşuyla insanın ruhuna zengin imkânlar sunan, gözünü, kulağını ve gönlünü besleyen güzel tecellilerin en muhteşem sergi alanlarından biriydi. Manastırlarda kendi kendisiyle baş başa kalmak isteyen, şehrin dağdağa ve gürültüsünden uzak kalarak iç tecrübenin tarifi zor güzelliklerini yaşamak isteyen insanlar aynı zamanda tabi bir hayatın bütün avantajlarına da sahip oluyorlardı.
İnsan bedeni gibi ruhunu gelişmesi, güzelleşmesi de belli şartlara bağlıdır. Riyazet bu şartların temel unsurudur. Riyazet belli egzersizlerle belli kabiliyetleri geliştirmek demektir. Eskiden mekteplerde Beden Eğitimi dersinin adı Riyazet-i Bedeniye idi. Riyazet-i Ruhiye ise hareket, tutum ve davranışlarla ruhumuzu kemal noktasına doğru götürmenin yollarını arayan bir faaliyettir. İşte keşişlerin ve dervişlerin, susarak, oruç tutarak, perhiz yaparak, dua ederek, ilahi okuyarak, şehevi arzularını alt ederek, tefekküre dalarak, sohbet dinleyerek gerçekleştirmek istedikleri şey budur.
Uludağ Manastırları
Bursa kültürüyle ilgili araştırmalarıyla tanınan Osman Şevki Uludağ’ ın (Öl. 1964) eserlerinden birinin adı Uludağ’dır. Alt başlığı ise şöyle: Tapınakları-Keşişleri-Dervişleri. 1936 yılında İstanbul’ da basılan 76 sayfalık bu eserin 54 sayfası keşişlere 22 sayfası da dervişlere ayrılmıştır. Yazar, Uludağ’ı üç bölgeye ayırarak her bölgede bulunan manastırların adını vermekte ve kısaca tanıtmaktadır:
Nilüfer - Gökdere Arası
1) Perler Manastırı, (Monastere des peres)
2) Agorlar Manastırı, (Monastere Les Agaures)
3) Aziz Agapios Manastırı, (Monastere Saint Agapios)
4) Lökadlar Manastırı, (Monastere Leucades)
5) Abramitler Manastırı, (Monastere Abramites)
6) Bale Manastırı, (Monastere Balee)
7) Aziz Zekeriya Manastırı, (Monastere Saint Zacharie)
8) Trikalis Zaviyesi, (Ermitage Trichalice)
9) Aziz Nikola Zaviyesi, (Ermitage Saint Nicolas)
10) Aziz Konstantin Zaviyesi, (Ermitage Saint Constantin)
11) Kadınlar Manastırı, (Monastere de Femmes)
Gökdere - Kaplıkaya (Sobran) Arası
1) Sakküdyon Manastırı, (Monastere Saccudion)
2) Katarlar Manastırı, (Monastere des Cathares)
3) Libyana Manastırı, (Monastere des Libiana)
4) Mezolimp Zaviyesi, (Ermitage des Mesolympe)
5) Del Zaviyesi, (Ermitage des Dele)
Kaplıkaya - Deliçay Arası
1) Kril Manastırı, (Monastere des Crile)
2) Hadımlar Manastırı, (Monastere des Ennugues)
3) Sinsel Manastırı, (Monastere des Syncelle)
4) Semboller Manastırı, (Monastere des Symboles)
5) Gradina Manastırı, (Monastere des Gradines)
6) Similaykyon Manastırı, (Monastere des Symlakion)
7) Pissadini Manastırı, (Monastere des Pissadyn)
8) Fotinodyos Manastırı, (Monastere des Photinodios)
9) Delmat Manastırı, (Monastere des Dhelmat)
10) Monokastonon Manastırı, (Monastere des Monacastonon)
11) Aziz Antuan Lö Jön Zaviyesi, (Ermitage des St. Antoine le jeune)
12) Aziz Jorj Zaviyesi, (Monastere des Saint George)
Kibirli Olmayan Keşişler
Uludağ’ın dervişlerine geçmeden önce, Kur’an-ı Kerim’in keşiş ve rahiplerle ilgili tespitlerine bakmakta fayda vardır. Kur’an-ı Kerim Hıristiyan din adamlarının bazı yanlış yorum ve davranışlarından bahsettiği gibi, diyaloga açık, alçakgönüllü rahiplerden de söz etmektedir. Bunların Müslümanlara karşı sevgi besledikleri ve Kur’an-ı dinlediklerinde gerçekle yüz yüze geldikleri için gözyaşı döktüklerini haber vermektedir:
“…Bütün insanlar içinde inananlara en çok şefkat gösterenlerin ‘Biz Hıristiyan’ız’ diyenler olduğunu göreceksin. Böyledir, çünkü onlar arasında öyle keşişler ve dervişler vardır ki bunlar kibirli değildir. Onlar bu Peygambere indirileni anlamaya başladıkları zaman gözlerinden yaşlar boşaldığını görürsün. Çünkü ondaki hakikatin bir kısmını tanırlar. Ve ‘ey rabbimiz, biz inanıyoruz öyleyse bizi hakikate şahitlik yapanlar ile bir tut’ derler. Rabbimizin bizi dürüst ve erdemliler arasına katmasını o kadar şiddetle arzuladığımız halde nasıl Allah’a ve bize indirilen hakikate inanmakta zaaf gösterebildik.” (Maide, 5/82-84)
Bir başka ayette Hıristiyanların yaptıkları yanlışlara işaret edildikten sonra hepsinin böyle olmadığının altı çizilmekte, azınlık da olsa bazı Hıristiyanların ibadet ve taat konusunda iyi bir çizgiyi takip ettikleri vurgulanmaktadır:
“…Ama,onların hepsi bir değildir.Geçmiş vahyin izleyicileri arasında gece boyunca Allah’ın ayetlerini okuyan ve Onun huzurunda secdeye kapanan dosdoğru insanlarda vardır. Onlar Allah’ a ve ahiret gününe inanırlar, doğru olanı emreder eğri olandan alıkorlar ve hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar. İşte bunlar dürüst ve erdemli kimselerdir.” (Aluimran, 2/113-114)
Başka bir ayette de Hz. İsa’nın yolundan gidenlerin kalplerine şefkat ve merhamet verildiği ifade edilmektedir:
“Onların izleri üzerinden peygamberlerimizi art arda gönderdik; Meryem oğlu İsa’yı da artlarından gönderdik ve ona İncil’i verdik; ona uyanların gönüllerine şefkat ve merhamet duyguları koyduk; üzerlerine bizim gerekli kılmadığımız fakat kendilerine göre güya Allah’ın rızasını kazanmak için ortaya attıkları rahbaniyete bile gereği gibi riayet etmediler; içlerinde inanmış olan kimselere ecirlerini verdik; ama çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Hadid 57/57)
Bu ayetlerde çizilen insan tipi, gerçek bir mümin, gerçek bir derviş, gerçek bir keşiş tipidir. Dolayısıyla gönlünü terbiye eden kin, kibir, haset, şehvet gibi manevi hastalıklardan kurtulanlar daha samimi ortamlar, daha sıcak vasatlar oluşturabilirler.
Tekke şiirinde ise rahip, keşiş, kilise, deyr, manastır, haç, nakus gibi Hıristiyan kültürünün temel terimleri ile karşılaşırız.
Yunus Emre gönül dünyasındaki dalgalanmaları anlatmak için şöyle diyor:
Bir dem varur mescitlere yüzün sürer anda yere
Bir dem varur deyre girer İncil okur ruhban olur
Sevgilisi için her şeye razı olan bir derviş tipini canlandırırken aynı unsuru kullanıyor:
Kiliseye dersem girem nakus dahi dersen çalam
Aşıklara yoktur kalem senden yüzüm döndürmezem
Onun yolundan giden, Osmanlı dönemi tasavvuf dünyasının en mühim isimlerinden biri kabul edilen, Malatya’da doğup, 1694 yılında Limni adasında vefat eden Niyazi-i Mısri ise bütün dünyayı bir mabed olarak görmekte ve her zeminde hitap edeceğini haykırmaktadır:
Mescid-ü meyhanede hanede viranede
Kabede puthanede çağırırım dost dost
Müslüman Dervişler
Uludağ’da yaşayan Hıristiyan keşişler XIV. Yüzyılla birlikte aynı mekânda Müslüman dervişlerle tanıştılar. Birbirlerini garipsediklerini söylemek zordur. Çünkü Müslümanlar ilk günlerden beri Hıristiyanlarla beraber olmuş, Hıristiyanların yaygın olduğu Ortadoğu coğrafyasında beraber yaşamışlardır. Hatta Lamii Çelebi’nin (öl. 1532) Farsçadan tercüme ettiği Nefahat’l-Üns isimli esere göre bugünkü Lübnan topraklarında Müslüman dervişler için ilk tekkeyi yaptıran kişi de o bölgenin Hıristiyan yöneticisiydi.
Aslında Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki benzer ilişkiler Hz. Peygamber zamanında başlamıştır. Bir gurup halinde Hz. Peygamberi ziyaret eden Necranlı Hıristiyanlara, Medine mescidinin bir bölümü ibadetlerini yapmak üzere tahsis edilmişti. Hz. Peygamberin Necranlılara ve din adamlarına yazdığı mektup’ta elimizdedir:
“…Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla. Resulullah Muhammed’den Piskopos Ebu’l Haris’e, Neccar’ın diğer piskoposlarına, papazlarına, onları takip edenlere, rahiplere: Ne olursa olsun, az olsun çok olsun ellerinde ne bulunduruyorlarsa kiliseleri ve manastırları kendilerine aittir. Allah ve Resulünün zimmeti onlar üzerinedir. Hiçbir piskopos yerinden, hiçbir rahip manastırından, hiçbir papaz kilisesinden alınıp başka yere gönderilmeyecektir. Onların ne hak ve hukuku ne de alışageldikleri şeylerde bir değişiklik yapılmayacaktır… Onlar ne zulme uğrayacak ne de başkalarına zulmedeceklerdir…”
Tasavvuf tarihi literatüründe nakledilen pek çok menkıbe ve anekdot bu derviş ve keşiş tipiyle ilgilidir. Çile ve riyazet konusunda çok titizlik gösteren bazı zahitlere “bu ümmetin rahibi” diyebilecek kadar bir yakınlık söz konusudur. Aynı şehri, aynı beldeyi paylaşan bu insanların birbirleriyle benzer münasebetler içinde olmalarından daha tabii bir şey olamaz. Cami ve kilisenin asırlarca aynı yerde, yan yana insanlara kucak açmaları bir rüya ve hayal değil bir gerçeğin ifadesidir. Değişik sebeplerle bazen kiliseler mescid olarak kullanılmış, bazen de camiler kilise görevi görmüştür. Aynı düzen Uludağ’daki manastırlar için de geçerlidir. Uludağ eserinde verilen bilgilere göre bu manastırların da bir kısmı –Hıristiyan nüfusun azalması sebebiyle- dervişlere mekan olmuştur. Bu mekanlarda barınanların dini ve dili farklı da olsa aynı ortak ‘gerçek’ peşinde koşmuşlardır.
Keşiş dağından aktı inziva keşişleri
Bozkırdan geldi gaziyan
Demir asa, demir çarık
Bu çanağa özlem yeşilini
Dervişler getirdi
“Uludağ Akşamları” isimli şiirinde Şükufe Nihal aynı gerçeğe işaret ediyor:
İnsan burada kalır Allah’ıyla baş başa
Düşüp yüz sürmek ister dua için her taşa
Ululuk burda dolar kalplere derya gibi
Ötede kalan hayat, bir soluk rüya gibi…
Ve Behçet Kemal:
Açık tapınakta ne toz ne leke
Çayırlar seccade tepeler minber
Selviler minare, çınarlar kubbe
Her biri bir harftir, her su hareke
Bende uladağın eteklerinde eski kilise ve hamam eski evlerin olduğu bir bölge biliyorum ama bunlar tamamen toprağın altındadır duvarları kazılarak meydana çıkarılmıştır.
YanıtlaSilBende uladağın eteklerinde eski kilise ve hamam eski evlerin olduğu bir bölge biliyorum ama bunlar tamamen toprağın altındadır duvarları kazılarak meydana çıkarılmıştır.
YanıtlaSilBenim orkeoloji ye çok derin bir zaafım var, bu söylediğiniz yerleri gezmek görmek istiyorum, size nasıl ulaşabilirim
Sil